Özet
Aydınlanma dönemi, aklın ve bilimin şaha kalktığı ve ivme kazandığı bir dönem olarak bilinir. Bu döneme ‘’akıl’’ çağı da diyebiliriz. Felsefe, sanat ve edebiyat alanında yazılan yazılar çoğunlukla ‘‘akıl’ kavramına övgülerle doludur. Bu yazıda, Aydınlanma döneminde akıl-tiyatro ilişkisine ve biraz da dönemin insan ilişkilerinin tiyatroda nasıl sahnelendiğine değinilecektir. Bunu yaparken de, Aydınlanma düşüncesinin filizlendiği Avrupa kıtasındaki ülkeleri, tiyatro algısı ve kültürü açısından ayrı başlıklar halinde anlatmaya çalışacağım. Amacım tiyatronun tarihsel sürecine çok inmeden Aydınlanma döneminde, özellikle oyunlardaki insan ilişkilerine, oyun yazarlarının tiyatro hakkındaki yorumları ve biraz da insanların tiyatro ile olan ilişkisi çerçevesinde ele almaya çalışacağım.
Tiyatronun Tarihsel Gelişimi
Tiyatronun kökleri ilkel toplulukların dinsel törenlerine ve ritüellerine kadar uzanır. İnsanlık tarihi boyunca Tanrıların doğum, ölüm ve yeniden dirilişlerini konu alan ve hayvan postuna bürünmüş din adamları tarafından söylenen Tanrı adına düzenlenmiş şarkılara ve danslara rastlanmaktadır. Dinsel törenlerde genellikle oyunları din adamları oynardı. Fakat bu daha sonra Atina tiyatrolarında değişime uğrayarak din adamları yerine artık tiyatro oyuncuları sahneye çıkmaya başlar.(Konur T. ‘’Dünya Tiyatro Tarihi – 1.Dönem’’ s. 1 )
Modern tiyatronun Antik Yunan kentlerinde başladığı kabul edilir. Eskiden oyunlar metin halinde yazılmadan oynanırdı fakat artık Antik Yunan döneminde oyunlar, metin çerçevesinde gelişmeye başlıyordu. O dönemlerde Yunan tiyatrosunun konuları sadece mitolojik hikayelerden oluşmaktaydı. Özellikle Şarap Tanrısı Dionysos’u (Dithirambos/İki hayatlı ezgi) anmak ve onu yüceltmek adına ‘’keçi şarkıları’’ okunuyordu. Tragedyanın kaynağı da aslında buradan geldiği kabul edilmektedir. ‘Keçi şarkısı’ anlamına gelen tragedya Yunan tiyatrosu için bir ilham kaynağıydı. Özellikle İ.Ö 5.yy’da Yunan kentlerinde tiyatro büyük bir gelişme göstermeye başladı. Tiyatro oyunlarının konuları ve oynanış tarzı değişime uğramaya başlamıştı. Örneğin, bir oyunda en fazla iki kişi oynayabiliyordu; fakat daha sonra bu sayı üçe çıkarıldı. Diğer yandan geniş koroların katıldığı şenlik veya oyunlar için özel tiyatro alanları bile inşa edilmeye başlanmıştı.
Mitolojik konulara hakim olan Yunan halkı oynanan oyunlardaki temaya ve verdiği mesajlara çok hakimdi. Çünkü mitolojik konularda insan-Tanrı, insan-insan, ana-baba-evlat ve iyi-kötü ilişkisi olduğundan insanlar bu oyunlara büyük ilgi gösterip saygı duyuyorlardı. Yani aslında bu oyunlar Yunan halkının ahlaki ve manevi değerlerini yansıtıyordu. Fakat Sokrates, Platon ve Aristo gibi büyük Yunan düşünürlerin eserleri evrenselleşince, dinsel törenlere ve şenliklere olan inanç da azalmaya başlamıştı. Özellikle Aristo’nun ‘’Poetika’’sı tiyatroya olan bakışı tamamen değiştirmişti.
Roma dönemine çok girmeden bir iki cümle yazmak istiyorum; Yunan idealleri artık yerini Roma pratiğine bırakmıştı. Romalılar’da tiyatro genellikle dinsel-siyasal oyunlar üzerine sergilenirdi. Geride kalan tiyatro yapıları Roma anlayışına göre yeniden biçimlendirilmektedir. Yunan tiyatrosunda birey ön plandayken, Roma’da devlet anlayışı doğrultusunda kitlenin öne çıktığı görülür. Yani kısaca Roma’da tiyatro, bireyin değil devletin gücünü simgeleyen bir araç durumuna getirilmiştir.(Konur T. ‘’Dünya Tiyatro Tarihi – 1.Dönem’’ s. 9 )
Aydınlanma Dönemi
Akıl çağı dediğimiz aydınlanma döneminde yazarlar, eleştirmenler ve hatta oyuncular tiyatro geleneğini devam ettirmek için düşünür rolüne girmişlerdir. Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da ve Almanya’da birçok felsefeci tiyatro oyunları yazmaya başlamışlardır. Bu düşünürler dönemin siyasi, kültürel ve toplumsal sorunlarını yansıtmak için büyük çaba göstermişlerdir. Bu sorunlar genellikle aristokrasi arasında yaşanan çekişmeler veya sınıfsal farklılıklardan dolayı oluşan bireyler arasındaki ilişkileri içeriyordu. Rönesans’ın verdiği haz ve cesaretle, Aydınlanma döneminde tiyatro yazarları da zincirlerini kırmayı başararak özgür olmaya başladılar. Bu da özgün eserlerin de ortaya çıkmasına vesile oluyordu. Çoğu oyun yazarı bu ilişkilere alaycı/iğneleyici bir şekilde yaklaşmayı seçmiştir. Bazıları ise ‘saray’ himayesi altında olup dönemin krallarını öven oyunlar da yazmıştır.
Şimdi de dönemin tiyatroya sanatsal açıdan nasıl yaklaşıldığına değinelim. Dönemin yazarları sanat kaygısı içinde olmuş ve özgün eserler üretmeye çalışmışlardır. Tiyatroya daha da profesyonel bir bakış açısı getirmeye niyetlenmişlerdir. Sahneye çıkan oyuncuların rollerini özümsemelerini gerektiğini dile getirmişlerdir. Çünkü tiyatroda önemli olan oyuncunun oynadığı karakterin duygu ve düşüncelerini seyirciye aktarmasıdır. Tiyatro, seyirci ile oyuncunun bağ kurduğu alandır. Tiyatro, bir arada yaşayan insanların – tek tek değil- topluca katılım gösterdikleri bir anlatım ve eylemin adıdır. Tiyatronun kaynağı; insanların duyguları, düşünceleri ve tavırlarını eyleme dönüştürmektir. Bir tiyatro oyunu, sahne karşısındaki seyirciyi heyecanlandırmalı, sevindirmeli ve seyircinin o rolü içinde yaşayabileceği hisleri vermelidir. Oyunlar duygularını öne çıkaran insanlar ‘akıl’ karşıtı olmak yerine akıl yelpazesini de genişletmeye çabalamıştır.
Aydınlanma döneminde tiyatro, estetik bakış açıları ile güçlendiriliyordu. Estetik öğelerden yoksun olan tiyatro oyunlarının yarar yerine zarar getirdiği düşünülüyordu. Halk hem sanat hem de söylev görmek istiyordu. Bu iki faktör iç içe ve uyumlu bir şekilde sunulduğu zaman seyirciye aktarılıyordu. Aydınlanma döneminde tiyatro oyunları toplumda farklı sınıflarda bulunan insanları da bir araya getiriyordu. 17. ve 18.yy’da tiyatroları genellikle tüccarlar ve işçiler dolduruyordu. Bunlar tiyatroda beğeninin oluşmasında etkin bir yol oynuyorlardı. Görüldüğü gibi artık insanlar tiyatroya karşı ilgi gösteriyordu. Oyunlar kalabalık kitleler tarafından izlenmeye başlanıyordu. Çünkü artık oyunlar estetik öğelerle ve farklı konular, farklı bakış açıları ile seyirciye sunuluyordu ve bu durum seyircinin daha da hoşuna gitmekteydi.
Şimdi de Avrupa ülkelerinde tiyatrolar nasıl gelişmekte ve bakış açıları nelerdir onları inceleyelim.
Fransa
18.yy’da Avrupa birçok siyasi çalkantılarla boğuşuyordu. Bu atmosferde en çok zararı gören Fransa olmasına rağmen yine de Avrupa’da kültürel anlamda merkez olarak kabul ediliyordu. Özellikle de tiyatro alanında otorite sahibiydi. En önemli tiyatro yazarları ve tiyatro oyunları Fransa’dan çıkmıştır diyebiliriz. Moliere, Voltaire, Diderot ve Riccobini en ünlü Fransız oyun yazarlarıdır. Fransa özellikle dramatik eserler konusunda baz alınan bir Avrupa ülkesiydi. Fransız oyun yazarlığı daha çok 17.yy’dan esinlenmiştir. Bunda Fransa’nın 17.yüzyılın büyük oyun yazarı Jean Racine çok etkili olmuştur. Aydınlanma dönemi Fransa’sı Racine’den çok etkilenmiştir. ‘’Fakat bu dönemdeki Fransız tiyatro yazarların çoğu Racine gibi içsel çatışmaları vurgulamak amacıyla oluşturdukları çapraşık kurgu ve karakterler, onları başarılı olmaktan çok başarısız kılıyordu. Bunun en belirgin örneğini LaGrange-Chaneel, Crebillion ve Voltaire’in oyunlarında görmek mümkün.’’(Brockett O. (2000, Tiyatro Tarihi, Dost Yayınevi)
Fransız tiyatrosunda daha çok Voltaire (1694-1778), Moliere (1662-1673) ve Diderot (1713-1784) üzerinde durmakta yarar var. Moliere, 17.yüzyılda yaşamış ve Fransa tiyatrosunda komedi türünde otorite sahibi biriydi. Corneille ve Racine ile yakın ilişki içinde olmuştur. Moliere, İtalyan ‘Commedia del arte’ den farklı bir üslup geliştirmeye başlamıştır. Moliere kişisel olarak insanlardan uzak durmayı seven ve insanların ikiyüzlülüğünden dert yanan biridir. Bu özelliğini ‘’İnsandan Kaçan’’ eserinde görmekteyiz. Bu eseri 1666 yılında Palais-Royal’de sahnelenmiştir. Eser, dönemin toplum ve birey arasındaki ilişkiyi en derin şekilde işliyor. XIV. Louis dönemi saray-kent çatışmasını konu almakta ve sarayın önem verdiği ikiyüzlülük, dalkavukluk ve sahte gülüşleri acımasız bir şekilde eleştirmektedir. Ayrıca bu oyunda başrol karakteri olan ‘Alcaste’ tiyatro tarihinin en önemli karakterlerinden biri kabul edilmektedir. Alcaste, insanların; samimi ve dürüst olmalarını, yalan söylememelerini ve dalkavukluk yapmamalarını isteyen bir karakterdir. Ama ‘Alcaste’ sarayın güzel kadını olan Celimene’e aşıktır ve duygularına yenik düşen bir karakterdir. Aslında Moliere’in kendisini ‘Alcaste’ olarak sahneye aktardığı söylenmektedir. Bu esere ağırlık vermemin nedeni Moliere bu eserine diğerlerine göre daha çok önem vermiş ve üzerinde daha çok düşünmüştür. Bu yüzden bu oyun diğerlerinden farklı bir ruha ve farklı çeşniye sahiptir.
Fransız Burjuvazisi, güldürürken ve ağlatırken düşündüren oyunlar istiyordu ve bunu da Moliere’de buluyorlardı. Moliere diğer yandan oyunculuk da yapıyordu. Başrolünü oynadığı “Le malade imaginaire (Hastalık Hastası)” oyununun oynandığı 17 Şubat 1673’teki oyunun dördüncü sahnesinde, Molière sahnede fenalaşıp yere düştü. Verem hastası olan yazar kanlı öksürük krizini atlattıktan sonra, tüm ısrarlara rağmen rolünü tamamladı. Oyundan birkaç saat sonra evinde yeniden fenalaşan yazar, bu ikinci krizi atlatamayarak vefat etti. Moliere’in ölümünden sonra Fransa’da önemli bir kurum haline gelecek olan Commedie Française tiyatro topluluğu kuruldu. Bu topluluk birçok yazar ve profesyonel oyuncu yetiştirecektir. Commedia Française bundan sonra Fransız tiyatrosunda bir tekel haline gelecektir. Bu topluluk birçok halk oyunları yapmaktaydı ve kaynağını İtalyan Commedia del Arte’den alıyordu. Ama daha sonra 18.yüzyılda Voltaire’in ortaya çıkışıyla bu grup arka planda kalmaya başlamıştır.
Voltaire, Aydınlanma döneminde Fransa’nın en önemli ve en sivri dilli ismidir. Oyunlarının çoğunu alaycı bir üslup ile yazıyordu. Bunun yanında tragedya oyunları da büyük ilgi görmekteydi. Voltaire’in sivri dilli olması onun İngiltere’ye sürgün edilmesine neden olmuştu. İngiltere’de din ve ifade özgürlüğünden çok etkilenmiş ve yazılarında bu konulardan bahsetmeye çalışmıştır. Özellikle Shakespeare’den çok etkilenir; fakat daha sonraları kendisini Shakespeare’den daha üstün görmeye başlayacaktır. Voltaire’in tiyatro oyunları genellikle felsefi bir anlayış içerisinde oluyordu. Mesela en çok bilinen eseri ‘’Candide (Türkçe’de saf, temiz anlamına gelir.)’’. Alman Leibniz’in ‘’Mümkün dünyaların en iyisi’’ felsefesine karşı yazılmıştır. Voltaire aslında bu eserinde bizlere 18.yüzyılın din ve toplumu tasvir etmeye çalışmıştır. Candide’i okuduğunuzda gerçekten de o dönemin bize ne kadar iyi yansıtıldığını görüyor ve bunun yanında Voltaire’in alaycı üslubunu da fark edebiliyorsunuz. Hatta Voltaire, Candide’de ‘’Tanrı olmasaydı onu icat etmek gerekirdi.’’ diye söz ederek Tanrının var olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Bir diğer Fransız tiyatro yazarı olan Diderot’a gelirsek; Diderot, 18.yüzyılda toplumu eğitmek ve geliştirmek amacıyla yazılan ‘’Ansiklopedi’’nin baş editörüdür. Diderot, tiyatro üzerine birçok tespitlerde bulunmuştur. ‘’Aktörlük Üzerine Aykırı Düşünceler’’, tiyatro oyunculuğu için yazdığı en önemli eseridir. Bu eseri, insan hakkındaki aykırı düşüncelerini dile getirdiği bir eserdir. Örneğin Diderot, dönemin de en önemli kavramı olan ‘akıl’n artık tiyatro oyunlarında da öne çıkması gerektiğini savunuyor. Hatta sanatçının duygularını ‘’akıl’’ ile bağdaştırması gerektiğini de söyler. Çünkü onun için çağdaş oyuncuların başarısı ancak bu şekilde gerçekleşebilir. Ona göre oyuncu sahnede değil, sahne öncesinde oynayacağı role esinlenmelidir. “Eğer komedyen can ve gönülden duyarlı oynarsa, aynı rolü aynı hararet ve aynı başarıyla iki kere nasıl oynayabilir? ‘’der. “Aşırı duyarlılık zayıf aktörler meydana getirir, zayıf duyarlılık ortaya bir sürü kötü aktör çıkarır; duyarlılığın hiç mi hiç bulunmaması ise yüce aktörlerin yetişmesini mümkün kılar.”. İşte bu nedenle Diderot, bir aktörün yaptığı rolü her yönüyle kavramasını, o karakterin inceliklerini iyice öğrenmesini, gözlemlemesini ve onu ustaca taklit etmesini doğru bulur. ‘’Aktör, o karakterin kendisi olmamalı; o karakter gibi olmalıdır. ‘’der. Bu yüzden tiyatroda, oyunculukta biçim-içerik ve akıl-duygu karşıtlığını en çok Fransızlar tartışıyor. Ayrıca Diderot, insan ilişkilerine olan yakın konuların, gerçek olayların, törelerin ele alınmasını ve içtenlikle anlatılmasını istemiştir. Yazara göre; annemizin, babamızın, dostlarımızın, kendimizin başına geleceğinden korkup titrediğimiz olaylar bizi en çok etkileyen olaylardır. (Şener S, (2006), ‘’Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi’’, Dost Kitabevi Yayınları, s. 119)
1789 Fransız Devrimi’ne gelecek olursak; aslında devrim, Fransa’daki tiyatroyu değişime uğratmıştır diyebiliriz. Sanatçıların Kiliseye, krala ve aristokrasiye karşı aslında daha da özgür hale gelmelerini sağlamıştır. Oyunlar daha da özgün hale gelmeye başladı. Devrim sonrası tiyatrolarda seyirciler oyunlara daha çok ilgi göstermeye başlayacak ve bunun sonucunda da salonlar tıklım tıklım dolacaktır. 18.yüzyıl’da tüm kıtada bir değişim yaşayan tiyatro, devrim sonrası özellikle Napoleon döneminde de değişime uğramaya devam etmiş ve gündelik yaşamda çok önemli bir yere sahip olmayı başarmıştır.
Sarayın ve halkın tiyatro zevkine gelecek olursak; sarayda, akademisyenler tragedya ve komedya türleriyle ilgili denemeler yaparken, okumamış halk kaba çizgili güldürü türünü benimsemiştir. Halkın klasik anlayıştan uzaklaşması romantik anlayışı da tetikledi. Çünkü klasik tiyatro saray çevresinin beğenisine yönelikti. Devrim sonrası özellikle burjuvazinin istekleri doğrultusunda oyunlarda işlenen konular farklı bir şekilde işlenmeye başlanmıştır. Örneğin; burjuva ahlak anlayışını yansıtan aşırı duygusal ve biraz da iç gıdıklayıcı konulara yönelmeye başlanmıştır. Özetleyecek olursak; görüldüğü üzere Fransız tiyatro geleneği ve bakış açısı Avrupa kıtasında önemli bir yere sahiptir. Bunda en büyük pay sahibi şüphesiz ki Fransız Aydınlanma filozoflarınındır.
İngiltere
İngiltere’de 17.yüzyılda tiyatro yapmak ya da oyun yazmak çok da kolay değildi ve hatta ceza sebebi bile olabiliyordu. Ama Elizabeth’in 1558’de tahta çıkmasıyla İngiltere her alanda gelişme gösterme başladı diyebiliriz. Özellikle İngiliz Aydınlanması yepyeni bir boyut kazandı ve kültür, sanat, edebiyat ve tiyatro alanında güneş gibi doğmaya başladı. Fakat bu dönemde İngiltere’de Shakespeare’in önde götürdüğü tiyatro aslında pek de gelişme gösteremedi demek yanlış olmaz. Çünkü Elizabeth devrinde tiyatro oyunları genellikle tiyatro kumpanyalarının siparişi üzerine yazılıyordu. Daha çok yalın ve doğal tiyatro oyunları yazılırdı. Çünkü İngiltere’de tüccar sınıfının tiyatro seyircisi ideal kahraman ve sanat anlayışından pek hoşlanmıyordu. Daha çok kendilerine yakın hissettikleri evcil oyunları ve komedyaları seviyorlardı. Dramatik oyunlar ise daha alt basamaklarda kalmıştı.
Dünya tiyatro tarihinde gelmiş geçmiş en iyi yazar olarak anılan William Shakespeare ( 1564 – 1616 ) İngiltere tiyatrosunun en üst basamağında yer almaktadır. Tiyatro tarihinde eserleri en çok yorumlanan ve övgü alan eserler olmuştur. Ancak Shakespeare’i burada uzun uzadıya anlatmak tabi ki de mümkün olmayacaktır. Öncelikle şunu söylemek gerekirse; Shakespeare oyunlarını ücret karşılığı yazardı. Yani aslında bu, modern bakışı yansıtmayan bir anlayıştır. Shakespeare oyunlarını birçok kaynaktan almıştır.( Tarih, mitoloji, efsane, roman ve oyunlar). Fakat Shakespeare bunları kendi yorumuyla harmanlar ve o şekilde seyirci önüne koymayı tercih eder. En önemli eserleri; ‘’Hamlet’’, ‘’Macbeth’’, ‘’Romeo ve Juliet’’ ve kral IV. – VI. ve VIII. Henry adına yazdığı oyunlardır. Hiçbir oyun yazarı, dili Shakespeare kadar etkili kullanmaz. Onun şiirsel ve mecazlı diyalogları sadece belirli ruh durumlarını, düşünceleri ve duyguları uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda, hemen o anda dramatik durumun tüm yaradılışla birleştiren bir karmaşık ilişkiler ve çağırışımlar ağı kurar.(Brockett O. ‘’ Tiyatro Tarihi’’ editör: İnönü Bayramoğlu, Dost Kitabevi, s. 173)
Shakespeare dönemin en iyi kurgu yapan ve toplumsal ilişkileri en iyi yansıtan yazardı. Daha çok saray ilişkisini ele alırdı. Dramatik ve etkin bir yazardı. Oyunlarının günümüze kadar gelmesindeki en önemli etken; oyuncu dostlarının bu oyunlara sahip çıkmasıydı. Shakespeare, oyunlarında insan davranışlarını derinlemesine işlemiş ve dönemin insanını çok iyi aktarmayı başarmıştır. Zaten yazarın ölümsüzlüğü de buradan gelmektedir. Yapıtlarında hem çağların güncelliği ve değişkenliği hem de bireyin kendi varoluşunun özeti vardır. Buna ‘’Hamlet’’i örnek gösterebiliriz. Hamlet’te birçok sorun ele alınmıştır aslında. Siyasi, ahlaki, aşk, aile, sonsuzluk, yaşam ve ölüm gibi birçok konu işlenmiştir. Shakespeare, görüldüğü gibi insan sorunlarına önem vermiş ve ölümsüz olmayı başarabilmiştir. İnsana seslendiği için her çağdan insan da doğal olarak buna ilgi gösteriyor. Kısacası İngiliz tiyatrosu Shakespeare önderliğinde kısmen başarılı olmuştur diyebiliriz. Çünkü İngiltere o dönem çok zorlu siyasal çalkantılar içerisindeydi; fakat Shakespeare bu çetrefilli ortama rağmen çok fazla tiyatro oyununun olmadığı gibi toplumsal farklılıkları da göz önünde alırsak çok başarılı olmuştur diyebiliriz. Fakat Shakespeare’e birçok eleştiri de gelmiştir. Mesela Klasik akım eleştirmenlerine göre; Shakespeare, tanrı vergisi bir yeteneği olan olağanüstü bir oyun yazarıdır. Fakat bilgisizliği büyük hatalar yapmasına, oyunlarını gelişigüzel yazmasına neden olmuştur. Shakespeare’i üç birlik kuralına uymaması, komik ile trajediyi yan yana kullanması, kanlı sahneleri seyircinin gözü önünde geçirmesi, mantık hatalarına düşmesi, edeplilik kuralına her zaman bağlı kalmamış olması onun bağışlanmaz hatalardır. Ben Jonson, Shakespeare’i çok değerli bir yazar, bir deha olarak tanımladığı halde, hatalar yaptığını, saçmalıklara düştüğünü belirtir. Shakespeare’in, oyunlarını yazarken hiçbir satırı karalamadığını söylediğine değinerek, “ Keşke binlercesini karalasaydı.” yargısına varır. (Şener S, (2006), ‘’Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi’’, Dost Kitabevi Yayınları, s. 112-113)
Almanya
Almanya, İngiltere ve Fransa’ya göre tiyatroya biraz daha geç adım atmıştır. Çünkü Almanya’da ulus olma bilinci o zamanlar pek olgunlaşmamıştı. Ülke içinde iç savaşlar yaşanıyordu. Doğal olarak diğer Avrupa ülkeleri gibi tiyatro alanında gelişme gösteremiyordu. 1750’lerde ise ‘’Gezici Velten Topluluğu’’ adındaki tiyatro topluluğu o dönem Almanya’nın en iyi ve ünlü tiyatro topluluğu idi. Fakat bazı isimler bu topluluktan daha önemli hale gelmiştir. Alman tiyatrosunu ayağa kaldıracak belli başlı isimler; Lessing (1729-1781) ve Goethe (1749-1832)’dir.
Lessing, ilk profesyonel dramaturgdur. Lessing, tiyatro oyunlarında duyguların her zaman aktörün denetiminde olması gerektiğine inanıyordu. Ona göre dışsal amaçla yapılan eserler ‘’sanat’’ kavramı dışında tutulmalıydı. Çünkü dışsal amaçla yapılan eserlerin ‘’güzellik kaygısı’’ olmadığını düşünüyordu. ‘’Minna Von Barnheim’’ adlı oyunun da ise soyluların ahlak anlayışını yerer. Hatta Lessing, İngiliz tiyatrosunun Alman tiyatrosu için örnek olabileceğini de savunmuştur. Bu yüzden de Almanya’da İngiliz oyunları daha çok sahnelenirdi.
Daha sanatsal bir oyun anlayışı da 1775’te 26 yaşında olan Weimar sarayında bulunan usta şair olan Goethe’den gelmiştir. Goethe Weimar’daki tiyatro topluluğuna ‘’Oyunculuk, bir karakterin bir imgeleme dayanılarak yeniden yaratılmasıdır.’’diyerek eğitime başlıyordu. Goethe daha çok bireyi ilgilendiren konular üzerine yazıyordu. Fakat oyunlarını sahneye kafa tutar gibi yazdığını söylemiştir. Goethe, daha çok Shakespeare’den etkilenmiştir.
Tiyatronun Yapılış Amacı
Tiyatro, insanların bir araya geldiği ve aynı duyguları hissettiği yerdir. İnsanlar tiyatroda sahnelenen oyunlarla güler, ağlar veya duygulanır. Bu yüzden insan tiyatroya tarih boyunca önem göstermiştir. Tiyatro oyunları da buna bağlı olarak daha çok insan ilişkilerine ve insan doğasına ilişkin konular üzerine oynanıyordu.
Sanat bir düşünceden ibaret değildir. Sanatı pratiğe dökmeli ve ona şekil verilmelidir. Tiyatro da sanatın pratiğe dönüşmüş halidir aslında. Çünkü sanat büyülü bir şeydir. İnsan o büyüye kapıldı mı kendini sanata vermeye başlar. Fischer’in dediği gibi; sanat, insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için bir araçtır. Sanat, salt özünde taşıdığı büyü yüzünden gereklidir.
Tiyatrolar, sentimentalistler’e göre insanları duygulandırmalıdır. Bu yüzden özellikle 18.yüzyılda tiyatrolar insanları duygulandırmayı amaçlamıştır. Çünkü tiyatroya ilgi gösteren orta sınıf insanlar duygulu oyunlara daha çok ilgi gösteriyordu.
18.yüzyılda birçok oyun yazarının eleştirileri mevcuttur. Yazılan oyunların dilinin çok süslü ve zor olduğu şeklinde eleştiriler yapılmaktaydı. Bu yüzden olduğunca yalın ve sade bir dil kullanılması gerektiğini savunuyorlardı. Yalın ve günlük konuşulan dilin, duyguları süslü konuşmalardan daha iyi aktardığı düşünülmüştür. Çünkü halk kolay ve anlaşılır dili daha çok seviyordu.
İngiliz eleştirmen Joseph Addison (1672-1718), seyircide acıma duygusu uyandırmanın öneminden, acımanın boşa gittiğinden söz etmiştir. Yazara göre seyirci, sonu acıklı biten tragedyadan hoşlanır. Tiyatronun seyircinin duygularına yönelmesi, kötülükleri değil erdemli davranışları göstermesi, iyiliğe karşı tatlı duygular ve güçsüzlere, ezilmişlere, yoksullara karşı sevgi ve acıma duygularını uyandırması gerekli görülmüş, bu işlevi ile tiyatronun, insanların kişiliklerini geliştireceği ileri sürülmüştür. Çünkü halk, duyguları sayesinde resim ya da tiyatro karşısında doğru tepkiyi verebilecek bir kitledir. (Şener S, (2006), ‘’Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi’’, Dost Kitabevi Yayınları, 4.baskı, s.116 )
Fakat bu kadar duyguya yönelik oyunların ilgi görmesi daha sonra duygu sömürüsüne dönüşecek ve bir tiyatro piyasası ortaya çıkaracaktır. Her şeyin temeli para olan bir düzende ise tiyatrolar her zaman bir yozlaşma tehlikesi ile karşı karşıya gelir.
Oyunlarda bir diğer olması gereken önemli etken de ‘’akla’’ uygun olmasıdır. Oynanan oyunlar ve anlatılan hikayeler akılla kavranabilecek şekilde olmalıdır. Yani gerçeğe yakın ve inandırıcılığı olması gereklidir. Seyirci aklı ile olayları anlamalı ve duygularını harekete geçirmelidir. Yani aslında akıl-duygu birlikteliği iç içe olmalıdır. Oyunlar aklın süzgecinden geçmelidir. Aklın onayından geçmemiş düş ürünü geçerli olamaz. Bu konu hakkında bir eleştiri de Shakespeare’e gelir. Rymer, örnek olarak Shakespeare’in Othello’sunu almış ve bu ünlü oyunun saçmalıklarla dolu olduğunu ileri sürmüştür. (Şener S, (2006), ‘’Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi’’, Dost Kitabevi Yayınları, 4.baskı, s.107 )
Yazıyı Shakespeare’in aklı, duyguyu, sevgiyi ve cesareti öne çıkardığı bir şiiri ile sonlandıracağım.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey veremediği için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.
WİLLİAM SHAKESPEARE
Kaynakça
Konur T, Dünya Tiyatro Tarihi 1. Dönem
Brockett O, (2000), Tiyatro Tarihi, Dost Kitabevi Yayınları
Nutku Ö, (1972), ‘’Tiyatronun İçeriği ve Seyirciye Yönelişi’’, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, Sayı 3, s. 75 – 86)
Shiner L, (2001), Sanatın İcadı, Ayrıntı Yayınevi
Voltaire, (1998), Candide, Cumhuriyet
Moliere, (2013), İnsandan Kaçan, İş Bankası Kültür Yayınları
Şener S, (2001), Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Dost Kitabevi, 4. Baskı.
Diderot, Aktörlük Üzerine Aykırı Düşünceler, İş Bankası Kültür Yayınları.